10 Kasım 2013 Pazar

Tilki 1 - Güven




Bizi hiç aldatmadıkları için, tanımadıklarımıza güven eğilimi gösteririz.

Samuel Johnson

Merhaba, bu bir karakter, bu her şeyle ilgili olan bir karakter, bu kafamda dönen binlerce tilkinin kağıda aktarılması, bu yükün paylaşılması, atlas olmaktan sıkılınması. Burada yazacağım her şey gerçek olabilir, yalan olabilir ve ya ikisi de olmayabilir. Burada yazdıklarım yaşanmış olabilir, uydurulmuş olabilir, bu karakter manipülatif, sosyopat aşağılık bir karakter olabilir sizi etkilemek için gözlerinizin içine bakarak yalan söyleyebilir ve ya doğru olan bir şeyi gözlerini sizden kaçırarak söyler ve yalan söylediğini düşünmenizi ister…

Ya da bu söylediklerimin hepsini unutun belki de bu karakter bütün kalbini, içini, ruhunu size açıyor çünkü artık oyun oynamaktan sıkıldı, bozuldu, bitti ve kaybedecek hiçbir şeyi kalmadı. Bana hiçbir şekilde inanmayın çünkü bu yazı, bu deneme, bir oyun aslında ben bir şey söylüyorum ve sizin bu söylediğim şeyle ne düşüneceğinizi ölçmeye çalışıp bir sonraki cümlemde onu söylüyorum böylece siz düşüncenizin yanlış olabileceğini düşünüyorsunuz çünkü eğer beni yakalamış olsaydınız bu karakterin ruhuna bir bakış atabilseydiniz, niye ben bunu itiraf edeyim ki. İnandınız mı bana? İnanmayın, ben inanmazdım.

 Bu karaktere zaman zaman “ben” diyebilirim, inanmayın çünkü sizi etkilemek kafanızın içine girmek için bunu yapıyorum ama belki de inanın çünkü belki de yanlışlıkla parmaklarımdan kaydı karakter yerine “ben” kelimesi. Sonuçta kim yazdıklarını geriye dönüp okur ki?

 Kendinizden şüphe edin, kendinizi tanıdığınızdan şüphe edin, beni sevin, benden nefret edin, beni tanıdığınızdan şüphe edin. Bu karakterden şüphe edin, gerçekliğinden, sahteliğinden. Ama şunu bilin bu karakter sadece bir insan, bitmiş bir insan, yeniden başlayan bir insan, vazgeçmiş bir insan. Ama hayır, işte bunu yapmayın, sürekli bir şeyler söylememi bekleyip, en son söylediğim şey olduğumu düşünmeyin, kafanızın içindeyim hayır senin değil, bu yazıyı okuyan diğerlerinin, herkes senin gibi düşünmek zorunda değil ve sallarsam illa birisini tuttururum değil mi?

 Hayat boktan, bunu ne kadar erken kabul ederseniz geriye kalan hayatınızda mutlu olma ihtimaliniz artar, belki yüzde 1 den yüzde 1,01 çıkar ama bu yine de istatiksel olarak bir artıştır. Ne oldu? Beni tanıdığınız hissine mi kapıldınız? Size güzel olduğunuzu mu söyledim, özel olduğunuzu mu söyledim, hayır özel değilsiniz insan mutlu olmak için yalan söyler ve ben de size az önce yalan söylediğimi itiraf ettim ama belki de söylediğim doğruydu hayatımda ilk defa sizin gibi güzel, saf, özel biriyle karşılaştım ve sizi bırakmak istemedim. Hangisine inanıyorsunuz, kendinizden şüphe etmeye başladınız mı, ya benden? Etmeyin, bana güvenin. İnsan hiç yalan söyler mi?

 Bu karakter kendinden nefret ediyor çünkü bir sürü insanın kalbini kırdı, onların güvenlerini boşa çıkardı, bir sürü dediysem de bir elin parmaklarını geçmez…

 İnanmıyorsunuz di mi bana yine? Lütfen inanmayın çünkü bana inanmanız, kendinizi bana yakın hissetmeniz ve bana teslim etmeniz için yalan söyledim yine ben, ya da belki de o kadar yalanın arasında bir doğru olan bu ve bu aynı zaman da bir yardım çığlığıysa? Hayır, işte, bakın, yine yapıyorsunuz bana üzülüyor, beni kendinize yakın hissediyorsunuz. Bunu yapmayın bu karakterin söylediği hiçbir şeye güvenmeyin, buna kendisine güvenmemenizi söylemesi de dahil.

 Şimdilik bu kadar, tilkiler bitmez, devamı gelir. Şunu hatırlayın bu karakter sadece bir insan, her insan gibi kendini diğerlerinden farklı ve özel görüyor ama hayattan sıkıldı, belki de doydu, belki de daha yeni başlıyor? Sorgulayın, beni, karakteri, kendinizi, hayatı… Asla ama asla birisinin yanınıza gelip size kırmızı rengini gösterip bu kırmızı demesine izin vermeyin, çünkü büyük olasılıkla o, gördüğü renge yani yeşile kırmızı adını takmıştır. Ve bana izin verin bir ara size bütün bireyleri kafayı “neden?” sorusuyla bozmuş bir ırkın yok olmasını anlatıyım.

10 Kasım 2011 Perşembe

Kahraman - ILK YILLAR- BÖLÜM II



Büyücü homurdandı ,şimdiye kadar şefin batıl inançlarını hep kendi isteği doğrultusunda kullanmıştı fakat o bugün kendi büyücüsüne karşı çıkıyordu. Bunu yapmaya hakkı yoktu, o bugün hala bu köyün şefi ise her şeyi ona borçluydu, tamam belki o da hayatını kurtardığı için kendi hayatını şefe borçluydu ama o, şefe olan borcunu fazlasıyla ödemişti.
Büyücü düşüncelerden sıyrılarak bebeğin boynundaki parıltıyı fark etti ve bebeği eline alan savaşçının yanına yaklaştı, bebeğin boynundaki kolye değerli bir şey olmalıydı üstünde kadim dilde yazılar vardı, ve garip bir şekilde ışıldıyordu, altın gibiydi ama tam olarak altın da değildi kış güneşinin altında kolye üzerinde sanki binlerce renk dönüp duruyordu. Sonra acaba kendisinden başka birinin bu değerli kolyeyi fark edip fark etmediğini anlamak için etrafına bakındı, kolye kimsenin dikkatini çekmemişti. “Kadim dil " dedi kendi kendine "bu kolye mutlaka benim olmalı" sonradan yüksek sesle konuştuğunu fark etti, etrafına baktı neyse ki kimse onla ilgilenmiyordu, “paranoyak olmaya başladım” diye düşündü, “bu aptal köylüler anca yiyip içmeyi düşünüyor”, “bi de aptalca meydan okumaları” diye de ekledi savaşçıların ne yaptığına bakarak.
2 kişi ağaçlığın orda ne kadar uzağa işeyebilecekleri hakkında bir iddiaya tutuşmuştu diğerleri ise onlara tezahürat tutturuyordu. "Barbarlar" dedi büyücü, “bunlar hep barbar olarak kalacak”.
Bebeği tutan savaşçı başka birisiyle konuşurken ona çaktırmadan kolyeyi almak istedi bunu çok yapmıştı, bu sadece el çabukluğuydu, o her zaman bir büyücünün kendi büyüsü dışında el çabukluğunu da bilmesi, asla tek bir şeye bel bağlamaması gerektiğine inanırdı, belki de bu yüzden cüppesinin içinde hep bir hançer taşırdı kendi “meslektaşlarının” aksine. Elini kolyeye doğru uzattı ve aynı hızla elini geri çekti, eli yanmıştı.
"Yazık, bunu tahmin etmeliydim, bu kolyeyi bu bebeğin boynuna takan her kimse birisinin bu kolyeyi ondan almak isteyeceğini düşünmüş, ve buna karşı bir koruma büyüsü koymuş." dedi içinden, elini tutarak.
Şef artık köye dönmeleri gerektiğini söyledi ve " belki bugün avlanamadık ama Ymir bize kendi çocuğunu bağışladı" diye de ekledi.
“Olamaz, yine Ymir saçmalığı...” diye mırıldandı büyücü, ama bir yandan da korkuyordu, kolyenin üzerindeki büyünün güçlü olduğunu sezmişti, evet belki tanrı veya tanrılar diye bir şey yoktu ama o emindi ki en az tanrılar kadar güçlü yaratıklar vardı bu düzlemde yürüyen.
Aslında şef dışında kimse "bu çocuk kutsal" hikayesine inanıyor gözükmüyordu ama belki de şeflerini kırmamak için (çoğu bu eylemin kendi kafalarının kırılmasıyla sonuçlanacağını düşünüyordu) bu düşüncelerini sesli dile getirmiyordu savaşçılar ,hatta bir kaçı hala o işeme iddiasında kalmıştı ,kaybeden taraftan bir grup üzerine bahis koydukları adam işerken rüzgarın ters yöne esmeye başladığını iddia ediyordu. Bu da kazanan tarafı kızdırmaya başlamıştı.
İddiayı düşünmeyen savaşçılar içinse (ki bu savaşçıların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu, çünkü çoğu için bu iddia uzun zamandır girdikleri en sağlam kavgayla sonuçlanacaktı, ve bu bölgenin halkı için iyi bir kavga her zaman iyi bir kavgaydı), onu komşu kabileden birisi bırakmış olmalıydı , her zaman istenmeyen bir bebek olabilirdi...


(Hikaye benimdir, resim alıntıdır)

9 Eylül 2010 Perşembe

12 Aralık 2009 Cumartesi

Kahraman - ILK YILLAR- BÖLÜM 1


O, 2 yaşında köyün erkekleri ava çıktığında tesadüfen karların arasında bulunmuştu. Gariptir o gün köyün büyücüsü de onlarla gelmişti, duyulmamış şeydi her şeyden şikâyet eden büyücü soğuk bir gecede sıcak kulübesinden çıkıp barbar olarak gördüğü kişilerle dışarıda dolaşsın, tabi bunu onlara söyleyemezdi ama hiç değilse onların arasında güvendeydi. En azından hiçbiri onu öldürmek isteyen “büyücü meslektaşları”ndan biri değildi.


Sanırım o gün, o bebeği orada bulacaklarına dair en küçük bir fikri bile olan birisi yoktu. Gerçi büyücü garip bir şeyler olacağını hissetmişti ve sonuçta merakına yenik düşüp onlara katılmıştı, ama bir bebek? İşte bunu asla beklemiyordu. Sonuçta kim bir bebeği karın ortasında bırakır ki ve daha önemlisi bu bebek bu soğukta nasıl hayatta kalabilirdi ki? Tamam, bu bölgenin halkı soğuğa dayanıklıydı ve kar onlar için ikinci deri gibiydi ama yine de onlar tanrı değillerdi, onlar sadece basit insanlardı. O bebeği bulmadan hemen önce bir geyiği kovalıyorlardı, bir ağlama sesi duydular ve onu gördüler, karların arasında yatıyordu.


Ve her kafadan bir ses çıkmaya başladı.

-Bir bebek?

-Buraya nasıl gelmiş?

-Herhalde o da bizim gibi avlanmaya çıktı fakat yoruldu ve azıcık kestirmeye karar verdi ama onu uyandırdık, şef bizde uyuyalım mı?

-Bebekler tek başlarına ava çıkmaz salak!

-Ama burada kimse yok.

-Kim ava birlikte geldiği kişiyi yalnız bırakır ki?

-Bebeklerin ava çıktıklarını sanmıyorum.

-Az önce uzaklaşan bir leylek sesi duyduğuma yemin edebilirim.

-İşte bu yalan, geçen kış kardeşim Torin’in bebeği bir geyik yakalamıştı.

-Hey geçen sefer anlattığında, kardeşin Hrak’ın bebeği demiştin!

-Şef bak bebeğin etrafında hiç ayak izi yok.

-Yani çok süredir burada bu bebek?

-Geçen yaz kafana odun yediğinden beri iyi düşünemiyorsun, bu kadar zaman nasıl hayatta kalsın ki? O sadece bir bebek.

-Kardeşim Tuvig’in bebeği geyiği ormanda 1 gün boyunca takip etmiş diyorum size.

-Leylekler diyorum, L-E-Y-L-E-K-L-E-R!

-Ymir’in bebeği olamaz mı?


Bu lafla birlikte herkes sustu, gerçi birisi hala alçak sesle “leylekler” diyordu ama kimse ona kulak asmadı.

Büyücü bebeğe sonrada şefe baktı ve onun o bebeği köye götürmek istediğini anladı, buna izin veremezdi, vermemeliydi o bebeğin, onun sonu olacağını hissediyordu, şefe döndü ve dedi ki:


-Böyle bir yerde hayatta kalan çocuk ancak kar şeytanlarının çocuğudur, bu çocuğu buradan alırsak kar şeytanları bize kızar ve bizim köye geri dönmemize asla izin vermezler.


Fakat şef ona şöyle cevap verdi:


-Bu çocuk ancak Ymir'in çocuğudur onu aramıza alırsak, tanrı bizden memnun olur.

17 Kasım 2009 Salı


Çocuklar size bugün değişik bir hikaye anlatacağım haydi etrafıma toplanın.

Çook çook eskiden birbirlerini çok seven bir çift varmış. Klasik ve eski hikâyeymiş onlarınki, adam, kızı kötü adamların elinden kurtarmış ve kız da ona âşık olmuş ve evlenmişler. Ama kızın bilmediği bir şey varmış o da kocasının gümüş bir ejderha olduğuymuş.

Ejderha karısını çok seviyormuş onun yanındayken her şeyi unutuyor, tarif edemediği bir mutluluğakavuşuyormuş fakat karısının ölümlü olması ve kendisi aynı kalırken, onun gözlerinin önünde yavaş yavaş ölecek olması ejderhayı kahrediyormuş. Günlerce buna kafa yormuş, karısını o kadar çok seviyormuş ki ona aslında kendisinin bir insan olmadığını söyleyemiyormuş çünkü eğer söylerse kendisini terk etmesinden korkuyormuş. Ve sonuçta çözümü bulmuş: simya.

Böylece büyüsüyle yer altında karısından gizli bir laboratuvar kurmuş ve karısının ölmesine asla izin vermeyeceğine dair kendisine yemin etmiş. Fakat karısı şüphelenmeye başlamış, gün ortasında kocası ortadan kayboluyormuş, gece yarısı onu yatakta bulamıyormuş.

Ejderha çok yorulmaya başlamış. Onu yoran fiziksel çaba değilmiş, hayır. Onu yoran kendi büyüsüymüş. Anlarsınız ya, büyü kullanıcıları, en güçlüleri bile, büyülerini yaptıktan sonra dinlenmek zorundadır. Kendilerine meydan okumasınlar diye, tanrılar büyü kullanan tüm varlıklara -en azından kendi evrenlerindekilere- böyle bir sınırlama koymuştur. Ejderha yorulmasına karşın yaklaştığını hissediyormuş iksire. Ve bu süre zarfında karısına her gün daha da âşık oluyormuş. Nedendir bilinmez, belki onu her gün daha da az görebildiğinden ya da onu kaybedebileceği korkusundan, çünkü onun büyüsü bile ölen birisine tekrar hayat veremezmiş.

Bir gün kendini hüngür hüngür ağlar halde bulmuş, karısının günün birinde ölecek olması fikri ona artık dayanılmaz geliyormuş. Onun için o çok sevdiği büyüsünden ve ölümsüzlüğünden bile vazgeçebilirmiş.Karısı ise kocasını neyin üzdüğünü merak ediyor fakat onun çok sinirli olduğunu fark edip bir şey söylemeye cesaret edemiyormuş.

Yine bir gün kadın hamile olduğunu fark etmiş, bunu kocasına açıkladığında kocası sevinçten deliye dönmüş onu havalara kaldırmış ve defalarca öpmüş. Görüyorsunuz ya, ejderhalar için çocuk yapmak görev gibi bir şeydir, yumurtlarlar ve giderler onların büyüdüğünü izleyemezler. Ama zaten ejderhamız bir insana aşık olduğuna ve onlardan biriyle evlendiğine göre bunun sıradan bir ejderha olduğunu söyleyemeyiz.

Ejderha tam umutsuzluğa kapılmışken, karşına o görkemli tanrılardan biri çıkmış, “sana yardım edebilirim” diye fısıldamış “ama karşılığında büyünü isterim” ejderha hemen kabul etmiş. Ve böylece tanrı ona bir cam şişenin içinde renklerin dansettiği bir iksir vermiş ve eklemiş: "Bunu kim içerse ölüm onu alamaz."

Ejderha, iksiri karısından habersiz onun içkisine katmak istiyormuş ama yine de aklına bir kuşku düşmüş, ya karısı onun aslında kim olduğunu öğrenince onu artık sevmez, terk ederse? Düşünmüş ,taşınmış ona iksiri vermeden önce aslında insan olmadığını açıklamayı kafasına koymuş.

Karısının yanına gitmiş, ona aslında kendisinin ölümsüz bir ejderha olduğunu ve bu iksiri içerse kendisiyle birlikte sonsuza dek yaşayabileceğini söylemiş. Kadın onun gerçek formunu görmeden, kafasında ağzından salyalar damlayan siyah iğrenç bir yaratık canlandırmış ve dehşete kapılmış, “ya çocuğum?” diye düşünmüş, “çocuğumda mı bu iğrenç şeye benzeyecek?”. Aslında ejderha gerçek anlamda büyüleyiciymiş fakat korkar diye asla ona gerçek formunu gösterememiş.Ve kadın koşmaya başlamış, uçuruma doğru, “üzgünüm” diyormuş, “üzgünüm senle yaşayıp bu iğrenç şeyi doğuramam”.

Adam onun uçuruma yöneldiğini farketmiş, ejderha formunu almış ve kurtarmak için ona doğru uçmaya başlamış, fakat çok geçmiş kadın uçurumdan aşağı atlamış. Ejderha “çocuğum” diyormuş, “kanımdan bir parça”. Uçarak Yetişemeyeceğini anlayınca, dehşete kapılmış, büyüsü, büyüsüne ulaşmalıymış, böylece onu kurtarabilirmiş. Ama büyüsü... Kadın ona ulaşmaya çalışan kocasını görmüş ve ölmeden önceki son düşüncesi şu olmuş, “acaba çocuğumda bu kadar güzel olur muydu”.